Yıl 1968, Denizli Okuma-Yazma okulunaki görevimiz biter bitmez Aydın- Umurlu- Eğrikavak köyüne atandım. Öğretmen arkadaşım Çetin Yılmaz, Köşklü olduğu için Eğrikavak hakkında ön bilgi aldım.
(Çetin Yılmaz arkadaşım siyasi düşüncelerinden ötürü Dalama’dan Köşk’e gelirken Menderes Köprüsü yanında öldürülüp nehre atıldı. Faili meçhul olarak kaldı.)
Cuma günü Köşk’e giderek Çetinlerin evine konuk oldum. Sabaha değin askenlik anılarımızı anlattık.
Aylardan temmuzdu. Köyde öğretmen olmadığını biliyordum ama yine de köyü görmek istemiştim. Cumartesi günü de Eğrikavak’tan gelen cipe binerek atandığım köye doğru yolculuk başladı. Uğur Restoranın yanından kuzeye döner dünmez, demir yolunu geçince polisler cipi durdurdu.
İçindekileri indirince şaşırıp kaldılar. Küçücük cipin içinde 28 kişi çıktı. Tekrar binin dediler, herkes aynı yerlerine yerleşince,
“Allah Allah” diyerek bizi yol verdiler. Koçak, İlyasdere derken Akçaköy sapağına sapmadan güneş batımında Eğrikavak köyüne geliverdik.
Evler toprak damlı olunca acaba doğuya mı gittim yine diye düşündüm. Ege’de toprak çatılı ev düşünmemiştim.
Cami meydanında iner inmez köylüler,
“Kahveye gidelim öğretmenim,” dediler. Çayırlının kahvesiymiş. Yamaca kurulmuş koskoca bir kahve, önünde de taraçası var. Selam verip girdik kahveye. Kendimi tanıtarak el sıkıştık. Soruyorlar, konuşuyoruz karşılıklı.
Misafir ne içecek diyorlar. Çaylar geliyor. Belki de 10 bardaktan fazla çay içtim. İçtim de karnım acıktı. Kimse karnın aç mı demiyor. Vakit epeyce gecikti. İnsanlar,
“İyi geceler,” diyerek evlerine gidiyorlar.
Sadece kahveci ve Hacı Üzeyir amca kaldı. Hacı amca haydı eve gidelim dedi, irimden yukarı epeyce yürüdükten sonra ağaç merdivenden tırmanarak toprak damın üstüne serilmiş yatağa uzandım. Yıldızlara sayıyorum gök adada…
Yıldızlara bakmak güzel de karnım aç. Gurul gurul ötüyor. Kimse sormadı ama ben de utancımdan söyleyemedim. Ne kadar, Büyük Ayı, Küçük Ayı, Ülker, Terazi diye yıldızları saysam da uyku girmiyor gözüme. Biraz uyur gibi olmuşum, altımdaki damdan eşek anırmaya, horozlar da ötmeye başladı. Ortalık alaca karanlık, hoca da ezan okumaya başlayınca duramadım yatakta.
Yataktan kalkıp, medivenden inerek köyün içine doğru gidiyorum. Bir ışık gördüm, oraya yöneldim. Mis gibi de ekmek kokusu geliyor. Fırına girer girmez hayırlı işler deyip kürekle fırından çıkarılan ekmeğin ucundan yemeye başladım. Fırncı öğretmen olduğumu öğrenince bakkaldan biraz peynir getirtiverdi. Bir bardak da sıcacık çay verince dünyalar benim oldu.
Bir musubet bin nasihattan iyidir derler ya o günden sora utangaçlığın iyi olmadığını öğrendim.
Köyde Ömer Yılmaz ve Nuri Bayraktar adlı iki öğretmen varmış ama yaz tatilinde burada değillermiş. Eylülde geldiğimde Ömer Bey ve Nuru ağabey karşıladı beni.
Nuri abi bekardı. Kaldığı evin bir odasını da bana verdi.
Okul tamirde olduğu için camide ikinci ve üçüncü sınflarla dese başladım. Öğrencilerim bana her gün kestane, ceviz, incir getiriyorlardı.
O denli sevecen ve saftılar ki yüreğimi fethettiler.
Sanırım bir Cumartesi günüydü, sokakatan sesler geliyor. Sokağa çıktım köyün adamları ellerini aşağı doğru sarkıtmışlar. Yüzleri asık, yağmur duasına çıkmışlar. Hoca en önde o birşeyler söylüyor, insanlar da tekrar ediyor. Biz de arkalarından gittik köy meydanına. Kazanlarda keşkekler kaynıyor. Sonra tepsilerle keşkekler dağıtılmaya başladı.
Çok da güzelmiş hani. Hayır bitince köyün delisi dedikleri Metin Abi hocaya: “ Hocam dua ettik, keşkikleri de yedik ama yağmur neden yağmuyor,” deyince Hoca ağzının bulaşığını elinin tersiyle silerek, “İçimizde bir cenebet var,” dedi.
Belki de kendisiydi, ne bileyim.
Ertesi yıl Nuri abimin Kiraz’a taini çıktı. Yerine Nihat ve Fahri öğretmenler geldi. Can dostlardı ikisi de. Biz Nihat’la bir eve yerleştik.
Fahri ayrı kalıyor ama yemeği çoğunlukla beraber yiyiyoruz. Ömer bey okul müdürü, lojmanda kalıyor, evli.
Dünya talısı, fedakar bir hanımı var. Ne zaman görse buyrun ediyor bizleri. Ömer Bey de kızmış gibi yaparak, “Buyrun deyip durma, kötü alıştırıyorsun,” diye takılıyor eşine. O kadar uyumluyduk ki hemen görev bölümü yaparak tüm işleri en güzel şekilde yardımlaşarak çözüyorduk.
Yeni okul bitmiş, önüne de bir Atatürk büstü yapılmıştı. O yıl 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı konuşmasını ben yapmıştım. Okulun bahçesi kadın erkek, çoluk çocuk doluydu. Hepsi alkışlıyor coşkuluydu. Biz de o denli uyum içinde çalışıyorduk ki Müfettiş Halil Vural geldiğinde şaşkınlığını gizlemedi.
4. Sınıf fen bilgisi desinde çocuklar eliktirili motor yapıp vantilotör şeklinde çalıştırıyorlar. O günkü konuya uygun deneyler yaparak ders işliyorduk.
“Sizin çalışmalarınızı şehirdeki okullara örnek göstereceğim,” diyordu.
Her Cuma günü köydeki camiye namaza giderdik. Köyde zeytin, incir, kestane tüdcarı Metin abi vardı. Babası da camide hoca. Bizi hoş sohbetiyle hep güldürürdü. Camide namaz kılarken Ömer Beyle yanyanaydılar.
Ömer bey secdeye yatınca baş ucuna bir tomar para bırakıyor. Ömer Bey başını kaldırınca paraları görüp şaşkınlık geçiriyor ama paraları alıp kaçmaya başlıyor. Caminin içinde koşuşmaları gören hoca,
“Dışarı çıkın,” diye bağırıyor ama Ömer bey paraları vermiyor.
Üç yıl çalıştığım Eğrikavak Köyünde o kadar güzel günlerim geçti ki, öğrencilerimden öğretmek okuluna gidenler oldu. Okuyanlarla uzun süre ilişkilerim sürdü.
Eğrikavak adı eğri kavuktan geliyormuş ama ben çok seviştim. Sonraları kestane festivali yapılmaya başladı bu köyde. Korona bir biterse tekrar gitmek istiyorum. Selam olsun öğrencilerime…