Uzun yıllar oldu "zaman" üzerine düşünmeye başlayalı...
Birçok yazımda, öykümde hissettiririm bunu...
Üniversitede Tarih okumaya başlayınca zaman kavramıyla daha çok ilgilenir oldum. İnsanlık tarihi, çok çok uzun zaman öncesi başlıyordu. Dünya ise, milyarlarca yıldır uzay boşluğunda, tek başına fır fır dönüyordu.
Zaman, ateş topunu soğutmuş, zaman denizlerin, yeryüzünün oluşmasını sağlamıştı...
Zaman içinde; dünyada hiç bir şey aynı kalmıyordu, değişiyordu, dönüşüyordu ve yenileşiyordu...
Ağaçlar büyüyor, toprak yer değiştiriyor, dalgalar kayaları çakıl taşlarına, kuma dönüştürüyordu...
Çocuktuk.
Özgürce koşarken tozlu yollarda ölüm nedir bilmiyorduk. Çevremizde ölüm yoktu. Bütün masal kahramanları gibi annemin, babamın, ninemin, dedemin ölümsüz olduğuna inanırdım...
Sanki sonsuza kadar hep birlikte yaşayacaktık.
Sanki köyümüzün mezarlığında yatanlar bizim köylülerimiz değildi...
Ölüm hiç uğramayacaktı buralara...
Sanki zeytin ağaçlarını dikip büyüktenler, köprüleri yapanlar, kaya mezarlarını oyanlar hiç ölmemişti...
Biraz büyüyünce ölümü anlmaya başladık. Ama sandım ki, ölüm sıralı, yalnızca yaşlılar ölür bu dünyada ...
Eskiden bizim Ortaca'dan Muğlaya gitmek isteyenler Eskiköy, Tepearası köylerinin içinden geçip Sabri Kahvesi'nin oraya çıkarlardı. Tepearası köyünün mezarlığı yol kenarındaydı. Mezarlar çam ağaçlarının altındaydı. Ölenlerin derin uykularına cırcır böcekleri şarkılarıyla eşlik ediyorlardı. O mezarlıkta yola yakın mezar taşlarından birinde şöyle yazıyordu:
Çocuktum; ama bu yazıyı okuduktan sonra anladım ki, bu dünyada ölüm sıralı değilmiş...
Zaman, ilk ninem Akkızca'yı alıp götürdü bizden. Vaden doldu, dedi ölüm...
Üniversitede okuyordum. Şubat tatili için köye gelmiştim. Aralıksız yağmurlar yağıyordu. Akşam erken iniyordu köye. Bir sessizlik denizinin ortasında kalıveriyorduk, hep birlikte... Sobanın başına toplanıyor kandilin körelen ışığı altında anne ve babalarımızın anlattığı eski zaman hikayelerini dinliyor, dışarıdan gelen yaban hayvanlarının sesine kulak veriyorduk. Sonra kandilin camı isleniyor, ışık veremez duruma geliyordu.
Ninem ölmeden önce, uzun uzun konuştuk... Zamana yenik düşen her şeyi, yenik düşecek olanları bir bir anlattı. Sonra benim güzel Ninem geldiğimin dördüncü günü aramızdan ayrılıp gitti...
Arkasından ağlaştık, sızlaştık ama nafile...
Bize yalnızca hatıralar bıraktı benim güzel Ninem...
O yıl birçok yaşlı insanı alıp götürdü zaman dediğimiz o büyük kasırga...
Ve güzel insanların uzun yaşamadığı bu dünyada ağabeyim gitti. Ölüm acısının ne büyük bir acı olduğunu aylarca ağlayarak acı çekerek öğrendik...
Babam, çocukluğumun masal kahramanı... Her seferinde masalın devini dize getiren adam gibi adam...
Birkaç büyük roman olacak hatıralarını bıraktı bizlere, gülüşünü bıraktı, öfkelerini bıraktı... Sonra evimizin avlusuna diktiği zeytinleri, üzüm asmasını, bıraktı. Duvara astığı fotoğraflarını bıraktı...
Evimize tayziyeye gelenler babamın iyiliklerini aktarıp bir kez bir kez daha onur duymamızı sağladı...
Zaman geçti aradan... Hiç durmadı zaman...
Babamı hiç tanıyamayacak bebekler doğdu... Ağaçlar büyüdü, yollara yollar eklendi.
Çocukluğumdakiatlar yok artık!
Atlar, yıllar önce dörtnala dağlara koştular ve bir daha geri dönmediler. Kağnılar, semerler, kıl çadırlar çekilip gittiler hayatlarımızdan...
Saraçlar, dülgerler...
Ayakkabı tamirciliği, terzilik gibi meslekler kaybolmaya yüz tuttular
Babanın, babalarımızın, annelerimizin, abilerimizin, ablalarımızın, dostumuzun, arkadaşlarımızın acıları zamanla azaldı.
Zaman önce acıları öğütüyor. Bir küçük ateş yanmaya devam ediyor kalplerimizde...
Bugüne kadar hep anılarda yaşadı benim babam...
Anılarda yaşayacak...
Masal kahramanları ölür mü hiç?
Aramızdan ayrılışının 14. yılında saygı ve özlemle anıyorum. (Ölüm tarihi 20 Kasım 2009)